25 Nisan 2011 Pazartesi

Başlarken

"Likya Alplerinin bir yaz mevsimi denizinde kendi yansımalarını seyrettiği yerde, insan Akdeniz'in hiçbir köşesinde benzeri olmayan doğal güzellikle çarpılır." (Seton Lloyd - Ancient Turkey - A Traveller's History of Anatolia). 

"...  baktığımda en zevkli yolculuklarımı Likya'da yaptığımı anımsıyorum.  Bu ülke başka yerlerde dengi olmayan bir etkiye sahiptir. Manzara muhteşemdir. Ay ışığında başka bir evren olur..." (George E. Bean). 

Gezginleri bu kadar etkileyen Likya neresidir? Nerede başlar ve nerede biter?


Likya, doğu batı yönünde Antalya Körfezi'nin bitiminden Köyceğiz'e güney kuzey yönünde ise Akdeniz'den Batı Toros Dağlarının Cibyra (Burdur - Gölhisar) Kabalis olarak adlandırılan bölgeyi içeren bir alanı kaplamaktadır. Başka bir deyişle, Teke Yarım Adasının Acıpayam sınırından başlayarak Akdeniz'e kadar inen güney bölümü Likya'dır. Ancak bu kuru coğrafi bilgiden çok daha fazlası Likya isminde gizli. Likya antik çağlarda Batıda Karya, Kuzey'de Psidya ve Doğu'da ise Pamfilya olarak adlandırılan bölgelere komşuydu. Güneyinde ise Doğu Akdenizin engin sularıyla çevriliydi.

Bugün edindiğimiz arkeolojik bilgi birikimi, Likya coğrafyasını sahiplenen kültürlerin oluşumunun büyük ölçüde Neolotik çağda olgunlaştığını gösteriyor. Özellikle, Neolotik dönemde önemli bir kültürel devrim yaşayan Orta Anadolu - Göller Bölgesine yakınlığı ve bu bölgenin en önemli yerleşimleri arasında gösterilen Burdur-Hacılar Neolitik yerleşimine yakınlığı düşünüldüğünde Likya'nın tarihi'nin 5.000 yıl geriye gittiği rahatlıkla söylenebilir.   


Patara, Rhodiapolis, Myra gibi bazı Likya kentlerinde bulunan "lapis lazuli" taşından yapılma taş baltaları, aynı Troya'da olduğu gibi bölgenin Tunç Çağı ticaretinin önemli kavşak noktalarından birisi olduğu sonucuna bizi götürmektedir. Bilindiği gibi bu taş sadece Afganistan'da bulunmaktadır. Afganistan ise Tunç Çağının en önemli madenlerinden biri olan kalayın bilinen başlıca üretim bölgesiydi ve yaygın olarak Mezopotamya ile ticari ilişkiler içindeydi.

Her ikisi de Likya denizlerinde bulunan Uluburun ve Gelidonya batıkları, Tunç Çağı ticaretinin deniz ticareti ayağının bölgedeki canlılığının çok önemli kanıtlarını bizlere sunmaktadır. Neolitik ve önceki dönemlerin Likya'sına daha sonra dönmek üzere, Likya'yı bir bütün olarak görmemize neden olan Likçe'nin üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Likçenin Kökenleri

Likya'nın antik dönemde nasıl şekillendiği, halkının kökeni gibi sorular henüz tam olarak çözülememiştir. Çünkü kendilerine, dillerine, inançlarına, geleneklerine ait çok az şey kalmış günümüze. Yine de yoğun Helenleşme ve Roma etkisinden arta kalan bir takım bilgi kırıntıları, onlar haklarında fikir yürütmemizi kolaylaştırıyor. Kullandıkları dilin mesela,  Tunç Çağında Batı- Güney ve Torosların kuzeyinde Konya'yı da içine alan bölümüyle - Güneydoğu Anadolu'da yaygın olarak konuşulan Luwice'nin bir lehçesi olduğunu biliyoruz. Yine inandıkları tanrıça ve tanrıların Anadolu kökenli olduğunu, bir çoğunun Hitit Panteon'unda bulunduğunu biliyoruz. Tabi Hititler, Anadolu'daki neredeyse her inanışa ait tanrıları sahiplenip inançlarının bir parçası haline getirdiklerinden bunda şaşılacak bir yan bulunmamaktadır.


Luwice ise Hititçe, Pala ve Pelasg dilleriyle yakın akrabalığı olan Hint-Avrupa kökenli bir dil olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bu diller Hint-Avrupa dil ailesinin en arkaik temellerini oluşturmaktadır.  Bölgede Fenike ve Rodos etkisi ile oluşturulduğu düşünülen bir abece ile Likçe yazılmış çok sayıda yazıt bulunmaktadır. Bunların çoğunluğu mezar yazıtlarıdır. Ancak, Arnna'da (Ksantos) ve Letoon'da olduğu gibi bilingual Likçe yazıtlarda bulunmuştur ve bunlar Likçe'nin yapısı hakkında önemli bilgiler içermektedir.


Anadolu'nun Helenleştirilmesinden çok sonra da bu alfabenin zaman zaman kullanıldığı, ancak Roma Döneminde tamamen terk edildiğini biliyoruz. Bununla birlikte Likçe kökenli adlara Roma dönemi boyunca da rastlanmaktadır. Bu da Likçe'nin halk arasında Helenistik dönemden sonra da unutulmadığının bir kanıtı olabilir.

Likya - Girit Minoan Uygarlığı bağlantısı


Öte yandan, Likyalıların Minoan Girit Uygarlığı ile bir akrabalığının bulunduğuna dair bazı işaretler de bulunmaktadır. Özellikle, Girit'te Antik Phaistos yerleşiminde bulunan disk (Phaistos Diski) şeklindeki yazıtta semerdam şeklindeki -arı kovanı olduğu düşünülen hiyeroglif ideogramın Likya tipi semerdam evler ile aralarındaki çarpıcı benzerlik Likya-Girit bağlantısına ilişkin tezlerin en güçlü kanıtını oluşturmaktadır (bkz., Akurgal).

Bu yöndeki ipuçlarından biri de Homeros'un İlyada Destanında geçen ve Troya'yı Akha'lı saldırganlara karşı savunmak üzere yardıma koşan Anadolu halklarından biri olan Likya'lılara önderlik eden Sarpedon'un mitolojik öyküsünün Girit ile bağlantısıdır. Araştırmalar, Girit'te bulunan Neolitik dönem keramiklerin Likya'ya komşu Psidya sınırlarında bulunan Burdur'a bağlı Hacılar Höyüğündeki Neolitik keramiklerdeki bezemelerle yakınlık gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Benzer bir bilgi, Dünya'nın ilk tarihçisi yurttaşımız Karyalı Heredotos'tan gelmektedir. Heredotos, "Historia" adlı yapıtının Yedinci Kitabında İÖ 480'de Yunanistan'ı işgale kalkışan Kserkses'in donanmasına eşlik eden Likyalıları anlatır: Heredotos, "...Likyalılar elli gemiyle gelmişlerdi. Göğüslük ve dizlik giyiyorlardı. Kızılcık ağacından yayları ve dikensiz kamış okları ve mızrakları vardı; omuzlarına keçi postu atarlar, başlarına çepeçevre tüyler takılı başlıklar geçirirlerdi. Ayrıca kılıç ve hançer de taşıyorlardı. Likyalılar Girit kökenlidir; eskiden adları Termilae idi." demektedir (Bu Termilae adına ileride ayrıntılı olarak gireceğiz).

Likyalılar ile Girit bağlantısına ilişkin son olarak, M.Ö. 1500 ile 1450 tarihleri arasında gerçekleştiği sanılan ve Thera (bugünkü Santorini) Adasındaki volkanik patlama ile bağlantılı bir şeyler olmuş olmalıdır. Bu patlama öyle şiddetliydi ki, uzmanlar şiddetini 7500 megaton olarak hesaplamaktadırlar. Bu Hiroşima'ya atılan atom bombasının şiddetinin 1,4 megaton olduğu düşünüldüğünde nasıl bir kıyamet olduğu daha iyi anlaşılır. Patlama sırasında volkan çökmüş ve bugünkü Santorini Adasının bulunduğu bölgede üç ayrı adaya dönüşmüştür.

Thera Patlaması ile volkandan püsküren küller 700 kilometre çapındaki bir alana rüzgarla yayılmıştır. Bu küllerin Burdur İlinin güneybatısında kalan  Gölhisar (Cibyra) Gölünde yapılan sondajlarda, aynı döneme tarihlenen 4 cm. kalınlığında volkanik kül tabakasına rastlanmıştır (Hakan Yiğitbaşıoğlu-2003). Volkanın küllerinin Anadolu'dan esen güçlü kuzey rüzgarının etkisiyle asıl olarak güney-güney batı yönünde dağılım gösterdiği düşünüldüğünde bu küllerin Girit üzerindeki etkisi daha korkunç olmalıydı. Bu felaketin 40 metreyi çok aşan tusunamiler yarattığını ve Girit Minoan Uygarlığının ekonomisini çökerttiğine ilişkin teoriler bulunmaktadır. Antik Mısır Uygarlığına ait bulunan papirüslerde bu patlamanın yarattığı günün geceye dönmesi, soğuma, ortalığın külle kaplandığına dair anlatılar bulunmaktadır. Aynı şekilde Nil Deltasında yapılan sondajlarda da benzer bir volkanik kül tabakasına rastlanması patlamanın etkilerinin boyutunu göstermektedir.


Öte yandan, Tunç Çağında Girit ile Batı Anadolu arasında canlı bir ticaretin olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Özellikle Knidos, Lassos ve Miletos'da bulunan çok sayıda Minos seramikleri bu ticaretin bir kanıtı olarak değerlendirilmektedir. Ancak Uluburun ve Gelidonya batıklarında bulunan kargo içinde çok sayıda bakır külçe bulunması, bu ticaretin aslen bakır ve kalay hammaddesi üzerinde yoğunlaştığını düşündürüyor.


Bir başka ortak nokta, gerek Minosluların gerekse Likyalıların çok iyi denizciler olduklarını ve Mısır Uygarlığı ile temaslarının bulunmasıdır. Ancak hepsinden önemlisi, gerek Minosluların, gerekse Likyalıların inaçlarının büyük benzerlikler göstermesinin yanında, her iki halkın da anaerkil olması ve güçlü bir ana tanrıça tapım kültürlerinin bulunması aradaki bağın ne denli güçlü olduğunun kanıtları olarak görülmelidir.